İslam Hukukunda Cehalet




Bismillâhirrahmânirrahîm.
Hamd, insanı yaratan, O'na emânetini yükleyen ve O'nu hidayete erdirmek için Peygamberler gönderip, kitaplar indiren Allâh-u Teâlâ'yadır.

Şehadet ederim ki, Allah'tan [cc] başka İlah yoktur. O, tekdir ve ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed [saw], O'nun kulu, Rasûl'ü, önder ve örneğimizdir ve O'ndan sonra Kıyâmet'e kadar gelecek hiçbir Nebî/Peygamber yoktur. Salât ve Selâm, Allâh'ın Rasûl'une, O'nun Ehl-i Beytine, Ashâbına ve Kıyâmet'e kadar getirdiği bu nurlu yolda yürüyen Muwahhidlerin üzerine olsun.

Allâh'ın [cc], hidayete erdirdiğini saptıracak, saptırdığını hidayete erdirecek hiçkimse yoktur. Şüphesiz işlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkartılan Bid'atlerdir. Her Bid'at sapıklık, her sapıklık dalâlet ve her dalâlette ateştedir.

“Sen sadece bir uyarıcısın. Biz seni gerçeğin müjdecisi ve uyarıcısı (korkutucusu) olarak gönderdik.Her millete mutlaka bir uyarıcı gönderilmiştir.” [Fatır: 23-24]

"Ey İman edenler! Allah'tan korkun ve sizler kesinlikle (ancak) Müslüman olarak ölün!" [Al-i İmran 102]

"Ey İman edenler! Allah'tan korkun ve sağlam söz söyleyin ki Allah amellerinizi hayra ve barışa yarayışlı kılsın, günahlarınızı affetsin. Allah'a ve O'nun Rasulune itaat eden gerçekten de büyük bir başarıyı elde etmiştir." [Ahzab 70-71]

Bundan sonra; Sözlerin en güzeli Allah (svt)'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed bin Abdullah (sas)'ın yoludur. İşlerin en şerlisi dine sonradan ibadet babında sokulmuş yeniliktir, her yenilik bid'at, her bid'at sapıklık, her sapıklık ateştedir.

Hemen hemen bu ortam da okuduğum Cehâlet'e dair bütün yazılar da "Cehâlet Özrü" meselesini iki kutuplaşma üzerine bulduğum ve sürekli reddiye içeren tarzda yazılar olduğunu gördüğüm için baştan belirtmekte fayda görüyorum ki; benim yazım reddiye şeklinde değil, konuyu bu zamana kadar okuduğum, dinlediğim şeylerden faydalanarak olduğu gibi yalın haliyle aktarmak şeklinde olacak İnşâALLAH.

Konu "Cehâlet" olunca aslında söylenecek çok şey var fakat önemli olan özet geçmektir diyorum. Yine mâlum "Cehâlet" denince akla direk Cehâlet'in zıddı olan İlim gelmekte. Şüphesiz İlim, kimsenin red edemeyeceği şekilde önem arzeder. 

Bunu Kur'an'ı Kerim'de yüce Allâh'ın şu buyruğu ile daha net ortaya koyabiliriz: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?" [Zümer 9]

Bir şeyin câhili, onu bilmeyendir. Kişinin bilmediği bir şeye iman ve itikat etmesi, onunla amel etmesi imkansızdır. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Doktor olmayanın ben ameliyat edebilirim demesi, okuma-yazması olmayanın ben şu kadar cilt kitap okudum demesi, kör kimsenin görüyorum demesi ne kadar abes ise Câhil olduğu halde, İlim iddia edenin iddiası da o kadar abestir.


İslam da Cehalet 2 kısma ayrılır:
- Basit Cehâlet,
- Koyu [Mürekkeb Cehalet].

Basit Cehâlet, bir kimsenin herhangi bir konu hakkın da hiç bir bilgi sahibi olmamasıdır. Örneği içinde bulunduğumuz ortamdan verelim ki daha uygun olsun: Kişinin -namaz- nedir bilmiyorum demesi gibi.

Koyu [Mürekkeb] Cehâlet ise, bir kimsenin hakkında bilgisi olduğunu düşündüğü/zan ettiği şeyi, aslının dışında yahut tam tersi olarak bilmesidir. Buna da yine örnek olarak: Kişinin ben -Namazı- biliyorum, paygamberimizin uygulamasıdır. [Bu kısma fazla girmeden kısa kesiyorum.]

İlim, nûrdur, İlim İbadettir, İlim Kur'an-ı Kerîm'in ilk emridir, İlim hakla batılı ayıran en keskin kılıçtır. Allâh-u Teâlâ İlim ile bilinir. Bu yüzden insanların helâk olma sebebi Allâh-u Teâlâ'nın insanların kalbinden söküp almasıyla değil, Âlimleri kabzetmesiyle olur. Allâh'a [cc] İman edenlerin ebedî düşmanı, kendisine itaat edenlerden dâhi, hiç bir şeyin gizli kalmayacağı Ahiret günün de uzaklaşacak olan İblis'e, [Aleyhi'l-La'ne] fakihlerin ölümü kadar hiçbirşey sevimli gelmez.  

Rasûlullah [saw], şöyle buyurmuştur: "Allah, ilmi insanların kalbinden zorla söküp almaz. Ancak ilmi Âlimleri kabzetmek sûretiylee alır. Âlimler ölür ve tekbir âlim kalmaz. Halk da câhilleri kendilerine lîder edinir. Onlara meseleleler sorulur da ilimsizce fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapıtırlar hemde başkalarını saptırırlar." [Buhârî, Müslim]

İçinde yaşadığımız asır da ilmin azlığı, cehâletin, ilmin önüne geçirilmiş olması insanların - tabiri caiz ise - aynı bataklık için de çırpınıp durmaları, bununla birlikte hidâyet üzere olduklarını düşünerek, Ata'dan gördükleriyle amel edip, inanmaları bu asrın Cehâlet'in en koyu yaşandığı asırlardan biri olduğunu gözler önüne sermektedir.

Nedir bu Cehâlet ? Okuma yazma bilmemek mi yoksa İlimlerin en büyüğü olan Tevhîd'i bilmemek mi? Halk arasında bu kelime okuma-yazma bilmeyenler için kullanıldığı malumdur fakat asıl Cehâlet, Tevhîd'i bilmemektir. Yukarda da bahsetiğimiz gibi Allâh-u Teâlâ ancak ilimle bilinir. Tevhîd; Lâ İlâhe İllallah'tır.

Lâ İlâhe, Allâh-u Teâla dışında ki bütün otorite sahiplerini, bütün beşeri sistemleri terk etmek onlardan ber'i/ uzak olmaktır.

İllallah, bu redden sonra sadece Allâh-u Teâlâ'yı tek İlah, Rab ve herşeyin Mâliki olduğunu kabul etmektir.

Bu iki kelime Hak ile Batılı ayıran en keskin kılıç ve sadece Allâh'a [cc] İbadet ederek özgürlüğe kavuşmanın adıdır. Peki nasıl oluyor da günümüz de hemen hemen herkesin dilin de bu iki kelime olmasına rağmen insanlar câhil olabiliyor. Halbuki İlmin en yücesi Tevhid'dir demiştik !

Evet... İnsanlar artık öyle bir hâle gelmişlerdir ki bu kelimeyi günde yüzlerce kez söylemelerine rağmen malesef bunun câhilidirler. Bu nasıl olur? Bu insanlar Allâh'ın [cc], yaratıcı olduğunu, bize rızık verdiğini, Ahiret gününün sahibi olduğunu, Cennet ve Cehennemin sahibi olduğunu, yaratıp- öldürdüğünü bilmiyorlar mı? Yine bu insanlar; Namaz kılıp, Zekat verip, Oruç tutup, Hac'ca gitmiyorlar mı ? Bunlar İslâm'ın /Müslüman olmanın şartı değil mi ? Bu Allâh'ı birlemek değil mi ?

Hayır! değil... Bu Kur'an'ı Kerim de Yunus Suresin de açık ve seçik belirtilmiştir. Allâh-u Teâla Mekke Müşrikleri hakkın da şöyle buyuruyor: "Deki ; size gökten ve yerden rızık veren kim ? O kulaklara ve gözlere malik olan kim ? Ölüden diriyi kim çıkarıyor ? Diriden ölüyü.kim çıkarıyor ? İşi kim tedbir ediyor ? Derhal diyecekler ki : "Allah." De ki: "O halde sakınmaz mısınız" [Yûnus 31]

"De ki, o yer ve ondakiler kimindir, biliyor musunuz.? "Allah'ındır" diyecekler. O halde iyiden iyi düşünüp ibret almaz mısınız siz? De ki; O yedi göğün rabbi ve o büyük arşın sahibi kim? (Yine) "Allah'ındır" diyecekler, sen de de : "Öyledir de sakınmaz mısınız ? " De ki : Her şeyin mülkü elinde bulunan kimdir ? Ki daima o himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor : Biliyorsanız.. (Hepsi) "Allahındır" diyecekler. De ki; o halde nasıl aldanıyorsunuz? [Mü'minün 84-90]

Allâh'ı [cc], yaratıcı olarak bilmek, Allah (cc)'ın rububiyetini ikrar etmek kişiyi Cehâletten kurtarmaz. Bunun öncesinde bütün putları yıkmalıdır insan. Onun için önce "Lâ İlâhe" gelir zaten...

Burda Şah Veliyulllah'ın [Rahimahullah] şu tespitlerini aktarmakta fayda görüyorum İnşâALLAH:

"Câhiliyye döneminde yaşayan müşrikler, Allâh- Teâlâ'nın gökleri, yeri ve bunlar arasın da bulunan şeyleri yaratmada, büyük işleri idare etmede herhangi bir ortağının bulunmadığına inanıyorlardı. Güzel inançlarından birisi de Kadere İman etmekti. Allâh-u Teâlâ'nın bütün olacakları olmadan evvel takdir ettiğine inanıyorlardı. Allâh-u Teâlâ'nın kullarını dilediği şeyle yükümlü/sorumlu tuttuğuna, bazı şeyleri helal-haram kıldığına, kulları yaptıkları işlerden dolayı hesaba çekeceğine inanıyorlardı. İbadetle ilgili önem verdikleri konulardan bir tanesi tahâretti. Cünüplükten dolayı gusl abdesti almak bilinen adetleri idi. Sünnet olmak, tırnak kesmek gibi fıtrat özellikleri olan şeyleri yerine getirirlerdi. Abdest almayı MEKKELİ MÜŞRİKLER, MECÛSİLER ve YAHÛDÎLER bilirdi. Onların İbâdetleri arasında NAMAZ da vardı. Ebû Zer [Rahmetullâhi Aleyh], Rasûlullâh'a [Saw]gelmeden ve Müslüman olmadan evvel Namaz kılıyordu.

Câhiliyye insanları zekâtı da bilirlerdi. Misafir ve yolcuları ağırlarlar, zayıf ve düşkünlere yardım ederler, yoksullara sadaka verirler, sıkıntı içinde olanlara yardım ederlerdi. [Hılfu-l Fudul örneği gibi] Fecr den başlayarak güneşin batımına kadar Oruç İbadetini de biliyorlardı. KUREYŞ MÜŞRİKLERİ, CÂHİLİYYE DÖNEMİN DE AŞÛRE ORUCUNU tutarlardı.

Mescidde itikâfa çekilmeyi de bilirlerdi. Hattaboğlu Ömer [Rdaıyallâh-u Anh], Cahiliyye de bir gece itikâfta kalmayı adamış, daha sonra Müslüman olduğun da Rasûlullâh'a [Saw], ne yapması gerektiğini sormuştu. Kısaca CÂHİLİYYE DÖNEMİ MÜSRİKLERİ her türlü İbâdet biliyorlardı." [Hucetullâhi-l Bâliğa, s: 144]

Bir insan Lâ İlâhe İllallah dediği halde, başkasına Dua ediyorsa, fayda ve zarar vermede başka güçlerin olduğuna inanıyorsa, başına gelen felâkette başkasına sığınıp yardımı ondan bekliyorsa, Ahiret Gününe inanmıyorsa, Allâh-u Teâlâ'yı göge hapsedip yeyüzünde başka kanun, nizam ve sistemleri kabul ediyorsa vb. ; Namaz da kılsa, Oruç'ta tutsa, Zekat'ta verse, Hacc'a da gitse, bu insan Lâ İlâhe İllallah demiyor demektir. Dil alışkanlığı var demektir. Siz hiç balı bilip/tanıyıp söylediği halde zehiri bal diye icen gördünüz mü ? Göremezsiniz.. Eğer görmüşseniz o kişi ya balı bilmiyordur ya zehiri.. İşte bu da yukarı da bahsettiğimiz "mürekkeb cehâlet"tir. Malesef insanlarımız bu mürekkeblikte oldukları halde kendilerini hak yol üzere bilmekte ve şu Âyet'in muhatabı olmaktadırlar.

Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "De ki: Amelleri açısından en çok ziyâna uğrayanları size haber verelim mi ? Onlar öyle kimselerdir ki, Dünyâ hayatında yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik onlar kendilerinin muhakkak iyi iş yaptıklarını zan ederler." [Kehf 103-104]

İnsan bilmediği bir şeyden kurtulabilir mi ? Bilmediği şeye düşmemekten emin olabilir mi ? Bilmediğini biliyorum diye iddia edebilir mi ? Eğer bunları yapıyorsa, işte Cehâlet budur. İnsan bilmediğinden emin olamaz, bildiğini iddia edemez.

Cehâlet, atalarının Dinine tabî olmaktır.

Allâh-u Teâla şöyle buyuruyor: Biz atalarımızı bu yol üzere bulduk.. [zuhruf 23]

Onlara; «Allah'ın indirdiğine uyun!» dense; «Hayır biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız» derler. Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı? [Lokman 21]

Cehâlet, Allâh'a şirk koşmaktır..
Cehâlet, kişinin kendisini hidayet üzere zan etmesidir..
Cehâlet, taklit etmektir..
Cehâlet, yüz çevirmektir..
Cehâlet, ihmal etmektir..
Buraya kadar yazdıklarımız konuyu anlamamız içindi. Peki Cehâlet Allâh-u Teâla yanında nasıldır. Câhil kişi özür sahibi midir ? Cehâleti kişiye mazeret olur mu ?

Bu konuda da bildiğimiz şudur ki;
- Cehâlet'in mazeret olmadığı haller/durumlar, [Sahibi için özür olmayan]
- Cehâlet'in mazeret olduğu haller/ durumlar. [Sahibi için özür olan]

Cehâlet'in mazeret olmadığı durum İslam'ın aslı, Tevhid'de olan hallerdir. Bu nedir ?
Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ben insanları ve cinleri yalniz bana ibadet etsinler [ancak beni birlesinler] diye yarattım" [Zâriyât 56]

Burdan anlaşılan şudur: İnsanın yaratılış amacı Allâh'ı birlemek yani Allâh'ı Tevhid etmektir. Bunun için gönderilmiştir bütün Rasuller, bunun için indirilmiştir kitaplar. Bu konunun önemi yeterince açıktır. Allâh-u Teâla bütün Rasulleri kendisini birlemek için gönderdiğine göre bu konu da ki Cehâlet yüce Rabbimiz yanında asla mâzeret olmaz/olamaz..!
Ayrıca yüce Allah [cc], bunun için Rasuller göndermemiş, kitaplar indirmemiş dahi olsa idi şu Âyet delil olrak bizlere yeterdi. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Rabbin âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıpta onları kendi nefislerine şâhit tutarak : > dediğin de > dediler. Bunu kıyâmet günü > demeyesiniz diye yapmıştık. Yahut: > demeyesiniz diye yapmıştık. " [Â'raf 172]

Bu Mîsak Âyet'ide başlı başına Allâh'a şirk koşmanın affedilmeyeceği hususun da delildir. İnsanın kendisi buna şahittir! Bu Âyet'e dair İlim Ehlinden bi kaç alıntı yapalım İnşâALLAH.
İmam Kurtûbi > diyor ki: "Tevhid husûsun da Mukallid'in [Taklitçinin] ileri süreceği bir mazereti olamaz."

Fahreddin Er-Râzi > : > buyruğuna gelince, müfessirler şöyle dimişlerdir: "Bu ifadenin manası "Bu şahid tutmanın maksadı, kâfirlerin, "Biz müşrik olduk; çünkü atalarımız müşrik idiler; binâenaleyh, biz bu şirkimizde onları taklit ettik" dememelerini temin etmek içindir. Ki, bu aynı zamanda ayetteki "Şimdi o bâtılı kuranların işledikleri şeyler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" ifadesinden de kastedilen husustur. Netice olarak diyebiliriz ki, Allah Teâlâ onlardan söz alınca, onların bu kadarcık bir mazerete tutunmaları imkânsız olur..."

İmam Taberi > : "Allah Teâlâ kullarını, kendisini tanıyacak ve emirlerine uyacak kabili­yette yaratmış ve bu özelliği benliklerine yerleştirmiştir. Evet, bu nimet Âdemoğullannın, yaratılışları itibariyle Allah'ı bilme nimetidir. Zira Allah Teâlâ, kendisini tanımayan ve kendisine ortak koşan kullarını hesaba çekerken onlara verdiği bu nimeti aleyhlerine delil olarak gösterecektir.Zira kişi, hiç bilmediği bir şeyden hesaba çekilemez. O halde bu nimet, kulların, Allah'ın varlık ve birliğini bilecek kabiliyette yaratılmaları ni­metidir. Allah onlara verdiği bu nimeti hatırlatarak onları hesaba çekecektir.

Ey Muhammed, senin ümmetine geçmiş ümmetlere neler yaptığımızı, inkârları ve ortak koşmaları yüzünden onları nasıl cezalarla cezalandırdığımızı açıklıyoruz ki ibret alsınlar. İnkârdan ve ortak koşmaktan kaçınsınlar, imana ve tevhid dinine dönsünler."

Ebu'l A'la Mevdûdî > : "Kendisi için bütün insanlardan söz alınan ve bu ayetin konusu olan husus: Her bir şahsı işlediği fiiller hususunda bilinçli ve tam mesul yapmaktır ki, böylece Rablerine karşı asi olanlar suçlarından dolayı hesaba çekilebilsinler. Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu antlaşmadan sonra bir kimse, bir suçu, bilgisizlik yüzünden işlediği için temize çıkmaya ya da inhiraflarının sorumluluğunu kendinden evvel geçenlere yıkmaya kalkışamaz. Yine Allah; bu sözü almakla, onların kalblerine, kendilerinin Rabbinin yalnız O, ve ilahlarının da gene yalnızca kendisinin olduğu hususunun zerkedildiğine dikkat çekmektedir. Binaenaleyh, hiçbir kimse, "Ben bundan tamamen habersizdim" veya "kötü çevrem tarafından yoldan saptırıldım" diyerek sapkınlığının sorumluluğunu üstlenmekten kendini vareste kılamaz.

İbn Kayyım El Cevziyye > yine aynı şekilde "Ahkâm-u Ehli'z-Zımme" isimli eserinde konuyu 2 başlık altında ele alıp "gafil olmak /bilgisizlik" ve "Mukallid/Taklitçi" olmanın Tevhid'de özür olmadığını zikretmiştir.

Bu nakillerden de açıkca anlaşılmaktadır ki, Tevhid'de mazeret sahibi olmak, Cehâlet sahibi olmak kişi için bir özür değil blakis, aleyhinde hüccettir/delildir.  Burda kısaca değinilmesi gereken mesele ise, Misak Ayeti ile azab kaim olmaz, yani ancak Rasullerin  daveti sonrası azab gerçekleşir. Bu konu da da şu Âyet-i Kerime delildir: "Biz Peygamber göndermedikçe azab edecek değiliz." [İsrâ 15]

Allâh'a şirk koşan kimse asla Cehâleti ile mazur değildir. Yukarıda da yazdığımız "Zariyat 56" Ayetin de belirtildiği gibi yaratılış amacımız Allâh'a İbadet etmek ve İlah, Rab olarak sadece Allâh'ı birlemektir. Yüce Rabbimiz kendisine şirk koşulmasını kesinlikle affetmeyeceğini bildirmiştir.

Allâh-u Teâla şöyle buyuruyor: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalan günahları dilediği kimse için bağışlar." [Nîsâ 48]
"Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz." [Nîsâ 116]

Bir Hadîs-i Şerif'te Rasûlullah [saw] şöyle buyuruyor:
"Bir adam Rasûlullâh'a gelerek:
- Ey Allâh'ın Rasûlu! Babam nerededir diye sordu. Rasûlullah [saw]:
- Ateşte/Cehennem'de ! Buyurdu. Adam gitmek üzere geri dönünce, Rasûlullah [saw], adamı çağırdı ve şöyle dedi:
- Benim babam da senin baban da ateşteler! " [Müslim]

Diğer bir rivayette ise Tevbe 113 Âyet'i Rasûlullâh'ın amcasına yahut annesine mağfiret dilemesi için Allah'tan izin istemesi üzerine nâzil olmuştur. Allâh-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra -yakınları dahi olsa- müşrikler için bağışlanma dilemeleri peygambere ve iman edenlere yaraşmaz." [Tevbe 113]

İşte bu Hadis ve muhkem Âyetler şirk koşanın asla bağışlanmayacağını sârih bi şekilde bize göstermektedir. Mesele bu kadar açık iken, şirk koşan insanları Cehâletleri sebebi ile mâzur görmek akıl kârı değildir, Allâh-u Teâlâ'nın Ayetleriyle çelişmektir, Allâh-u Teâlâ'dan daha merhametli olduğunu söz ve fiiliyle ima etmek, göstermektir. Böylesi bir yaklaşımdan Allâh'a sığınırız..

Diğer cehaletin mazeret olduğu duruma da kısaca değinecek olursak eğer; kişinin bütün imkanlarını seferber ettiği halde doğruya ulaşma imkanının olmadığı hallerdir. Farzların inkar edilmesi buna örnek verilebilir. İslam'a yeni girmiş ve hiç bir imkanı olmayan birisiinin İslam'ın şartı olan; Namaz, Oruç, Zekat, Tesettür vb. frazları inkar etmesi böyledir. Bu kişiye hüccet ikame edilmeden tekfir edilmesi, şer'i bir hüküm olan tekfirin şart ve engellerini ortadan kaldırıp heva ve hevese göre hüküm vermek demek olacaktır. Bunu biraz daha açarsak; Tekfir, aynen Namaz gibi şer'i bir hükümdür ve Allâh'ın [cc] hakkıdır. İnsanları kafasınca menfi olarak tekfir edenler ise bu hakkı Allah'tan alıp kendine vermiş, Allah hakkında bilgisizce konuşmuş demektir.


Günümüz de Kur'an'ın ulaşmadığı ev hemen hemen yoktur. Hatta Kur'an evinde olmasa dahi kendilerini İslâm'a nispet eden bir toplum içinde yaşadığımızdan dolayı; kişilerin bu tür farzları bilmemeleri de imkansızdır. Çünkü bu toplum, en büyük Tağutları dahi "Onlar NAMAZ KILIYOR; ORUÇ TUTUYORLAR" diye tekfir etmemektedirler. İşte böyle bir ortam da cehaletlerini mazeret saymak, kabulu mümkün olmayan bi durumdur. Bu konuda da bir kaç Alim nakli yapıp yazımızı sonlandıralım İnşâAllah.


İmam İbn Teymiyye bu konuda şöyle der; "Allah (c.c)’ı bilmek iman, bilmemek ise küfürdür. Farzlarla amel etmek de imandır. Fakat Allah (c.c) farzları bildirmeden önce bunları bilmemek küfür olmaz. Ancak Allah’ın bildirdiği farzları yalanlayıp inkar edenler kafir olurlar.
Allah’ın haber vermediği konulardaki cahillik kişiyi kafir yapmaz. Allah (c.c) bir konuda birşey bildirirse ve müslümanlardan bunu duymayan varsa, o kişi bundan dolayı kafir olmaz. Fakat Allah (c.c)’ı bilmemek böyle değildir. Bu konuda kendisine haber ulaşsın veya ulaşmasın Allah (c.c)’ı bilmemek her halukarda küfürdür.” (Mecmuat’ul-Fetava c: 7 s: 325)
Yine İmam İbn Teymiyye  der ki: “Cehalet ancak izalesinden aciz kalındığı zaman özür olur. İnsan her ne zaman hakkı öğrenme inkanı bulur da bu noktada gewşek dawranırsa asla mazur sayılmaz.” [Rafu'l Melam, s:69]

Ve Yine İmam İbn Teymiyye derki; “İnsan, hakkı bilme inkanına sahip olur da bu hususta gerekeni yapmaz ise mazur sayılmaz.” [Mecmûu'l Feteva, 20/280]

Ebu Yusuf, Ebu Hanife (r.a)’den şu ibareleri nakletmiştir. Ebu Hanife şöyle demiştir:
“Yaratılmışlardan hiçkimsenin, yaratanını bilmeme konusunda mazereti olamaz. Çünkü bütün mahlukatın, Rablerini ve onun tevhidini bilmesi farzı ayındır. Göklere, yere, kendi nefsine ve Allah’ın yarattığı diğer şeylere ibretle bakıp düşünen kişiyi bu düşünce, tek olan Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya sevkeder. Allah’ın farz kıldığı şeyleri bilmek ise böyle değildir. Bunlar ancak, birisi bildirirse bilinebilir. Farzları bilmeyen, ona ulaşamayan bir kimseye huccet ulaşmamış demektir, bundan dolayı sorumlu tutulmaz.” [Bedaiu’s-Senai  c:7  s:132]

İmam İbn Kayyım der ki: “Allah'ın emir we nehiylerini bilme imkanına sahip olup da bu bilgileri edinmede gerekeni yapmayarak cahil kalan kimse kendisine Hüccet ikame edilmiş [kimse hükmünde]dir.” [Medaricu's Salikin, 1/239]
We Âhiru Da'wâna Enilhamdulillâhi Rabbil Âlemîn.
Yazan;Tewhid We Takwa

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.